Olmak ya da Olmamak Mehmet Bedri Gültekin


Emperyalist propaganda mekanizması, sabahtan akşama İran’daki rejimin “anti
demokratik uygulamalarını” anlatıyor. Ambargoların da ağırlaştırdığı ekonomik zorluklardan
bunalan İranlıların mücadelesini, bire bin katarak dünya aleme duyuruyor.
Çağımızın gerçeklerinden ve temel çelişmesinden habersiz kimi aydınlarımız ise “İran
halkının yanında olmak” gibi masum bir gerekçenin ardına saklanarak bu propaganda
bombardımanının amaçladığı tavırlar içine giriyorlar.
Ve ilginçtir bu tartışma, İran ile ABD arasındaki çatışmanın şiddetlendiği günlerde
birdenbire alevleniyor. Ve kimi aydınlarımızın aklına İran’ın antidemokratikliği, nedense tam
da bu günlerde geliyor.
Yüzyıllık bir tartışmayı şimdi hatırlamanın vaktidir.
Ezen – Ezilen millet çelişmesi
20. yüzyılla birlikte Dünya emperyalizm çağına girdi. Çağın temel çelişmesi
emperyalizm (ezen milletler) ile ve ezilen milletler arasındaydı. Zamanın ezilen milletlerinin
tamamı sömürgeydi. Türkiye, Fas, İran ve Çin gibi henüz sömürge olmamış ülkeler ise yarı
sömürge durumundaydılar. Onlar da ezilen milletlere dahildi.
Geleceğin dünyasını ezilen milletler ile sömürgeci ezen milletler (emperyalizm)
arasındaki mücadele belirleyecekti. Lenin’in “İleri Asya, Geri Avrupa” makalesi bir yanıyla
bu mücadeleyi, bir başka yanıyla ise geleceğin dünyasını haber veriyordu.
Dünyaya bu bakış açısı, o zaman sanayileşmede en ileri düzeyde olan İngiltere’yi
gerici, ona karşı bağımsızlık mücadelesi veren Afgan Kralı Emanullah Han’ı ilerici olarak
görüyordu.
Atatürk’ün 1934 yılında Mısır Büyükelçiliğinde sabaha kadar süren ziyaretinin
ardından, gün doğarken yanında bulunanlara özetle söylediği ‘Güneşin doğuşunu nasıl
görüyorsam, ufuktan kardeş mazlum milletlerin uyanışını da öyle görüyorum. Mazlum
milletler, zalimleri bir gün yerle bir edeceklerdir’ şeklindeki sözleri de aynı bakış açısının
ürünüydü.
Yüzyılın sonunda durum
Çağın temel çelişmesini Mao Zedung, 1970’lerde emperyalizme karşı mücadele
cephesinden ele alarak, “Devletler bağımsızlık, milletler kurtuluş, halklar devrim istiyor”
sözleriyle ifade etmişti.
Yüzyılın başından farklı olarak 1970’lerde, eski sömürgelerde 100’den fazla devlet
kurulmuştu. Hala varlığını sürdüren sömürgelerde ise milletlerin kurtuluş mücadelesi bütün
hızıyla sürüyordu. Ve bütün dünya halklarının sınıfsız ve sömürüsüz bir gelecek uğruna
mücadelesi de, Faşizme karşı zaferin ve Çin ile Küba Devrimlerinin ardından yükselerek
devam ediyordu.
1970’lerin sonlarından itibaren devran değişti. Neo liberal gericilik döneminde
emperyalizm, önceki yarım yüzyılda kaybettiği mevzileri geri almak üzere saldırıya geçti.
Hedef Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın milli devletleriydi.
Emperyalizmin doğal eğilimi tüm dünyada tam tekelini kurmaktır. 20. yüzyılda milli
devletler, bu amacın önündeki en önemli engeldi. Onun için son kırk yılın dünyasının özeti,
emperyalizmin askeri gücünü kullanarak çıplak zora başvurmasının yanı sıra, gelişmekte olan
dünya ülkelerinde, etnik ve dinsel farklılıkları kullanarak 19. yüzyılın sömürgeler dünyasını
yeniden ihya etmek olmuştur.
Devletlerin bağımsızlık mücadelesi
İşte bu aşamada, gelişmekte olan dünyada, devletlerin bağımsızlık mücadelesi en
önemli olgu olarak öne çıktı. Görülmesi gereken büyük gerçek budur.
Bu olgu görülmeden hiçbir doğru tavır alınamaz.
Ne demek istediğimizi bölgemizden bazı örnekleri vererek hatırlayalım: ABD, 2001
yılından itibaren ikiz kuleler saldırısını bahane ederek önce Afganistan’ı, sonra Irak’ı işgal
etti. Herkes sırada İran’ın olduğunu söylüyordu. İran devletinin bu yıllarda bir yandan Çin,
Rusya, Venezuela, Kuzey Kore ve Küba gibi ülkeler başta olmak üzere dünya çapında
kurduğu ilişkiler, öte yandan öz kaynaklarına dayanarak milli savunmasını güçlendirme
yolunda attığı adımlar, ABD’nin askeri saldırganlığını dizginledi.
Altı çizilmesi gereken gerçek şudur: İran bu mücadelesiyle, sadece kendisini
savunmadı, bütün insanlığa büyük bir hizmet yaptı.
İkinci olarak, ABD emperyalizminin ve müttefiklerinin 2011 yılından itibaren
dünyanın 84 ülkesinden 80 bin teröristi örgütleyerek Suriye’ye karşı gerçekleştirdiği vahşet
saldırısıdır. Suriye devleti ve halkı, Cumhurbaşkanları Beşar Esad’ın önderliğinde
kahramanca bir direniş gösterdi. Suriye, 21. yüzyılın başında mazlum milletlerin en ön
cephesinde, dünyanın haramilerine karşı mücadelede yüzbinlerce evladını feda ederek
insanlığa en büyük hizmeti gerçekleştirmiş olduğu ile övünebilir.
Üçüncü örnek Türkiye’dir. ABD’nin İslam Dünyasına yönelik saldırısında Suriye’nin
ardından sıranın kendisine geldiğini gören Türkiye, 2014 yılından itibaren bu emperyalist
gücün ülkedeki FETÖ ve PKK gibi uzantılarına karşı harekete geçti. Suriye’nin kuzeyinde
oluşturulmak istenen terör koridoruna girdi. Ve bu mücadelede doğal olarak Rusya ve İran
başta olmak üzere bölge ülkeleriyle birleşme yoluna girdi.
Kısaca Türkiye bu gelişmelerle birlikte Atlantik İttifakı’ndan kopma, Asya’daki yerine
yerleşme sürecine girdi.
Doğru tavır
Türkiye ve hemen yanı başımızdaki ülkeleri hepimizin içinde yaşadığımız
gelişmelerin canlı örnekleri olduğu için ele aldık. Ama gelişmekte olan dünyanın bütün
ülkelerine biraz daha yakından baktığımızda, bu ülkelerle emperyalizm arasındaki çelişmenin
kendisini, derece derece nasıl dışa vurduğunu, bu ülkelerin devlet egemenliklerini koruma
yolunda, değişen ölçülerde de, olsa nasıl mücadele verdiklerini görürüz.
Bu temel mücadeleyi görmeden hiçbir doğru tavır alınamaz.
Bu tespit bu ülkelerde halkın, emekçilerin sorunlarının olmadığı anlamına gelmez.
Gerek demokratik hak ve özgürlükler, gerekse emekçilerin ekonomik hakları açısından bütün
bu ülkelerde ciddi sorunların varlığı da bir gerçektir.
Ama bu devletlerle emperyalizm arasındaki büyük çelişme görülmeden ve
emperyalizme karşı mücadelede milletin en geniş kesimleri ile birleşme mücadelesine
önderlik edilmeden, emekçi halkın özgürlük ve daha iyi bir yaşam mücadelesinde de söz
sahibi olunamaz.